21 Mayıs 2016 Cumartesi

OD



                                                           İSKENDER PALA - OD

                 Merhaba hocam ben Gizem.İskender Pala-Od romanı hakkındaki değerlendirmemi yapmak için bu blogu açtım.Öncelikle romanımızın yazarı ve Yunus Emre hakkında bilgiler verip daha sonra kitabın özetini yazarak size eleştiride bulunmak istiyorum.


İSKENDER PALA KİMDİR?
    Prof.Dr.İskender Pala (8 Haziran 1958 Uşak), edebiyatçı ve edebiyat araştırmacısıdır. Divan Edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalar ile tanındı.
    İlkokul' u Uşak'ta ki Cumhuriyet İlköğretim okulu'nda bitirdi. Lise'yi Kütahya' da ki Kütahya Lisesi'nde bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde okumaya hak kazandı, bu okulda Câmiu'n-Nezâir konulu Lisans Tez çalışması yaptı. Doktora çalışmasını ise yine İstanbul Üniversitesi'nde yaptı; Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı. Divan edebiyatı dalında 1983 yılında Doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Doçent, 1998 yılında da Kültür Üniversitesi'nde Profesör oldu... İstanbul'da ikamet eden yazar evli ve 3 çocuk babasıdır.
    Okuma hayatına Peyami Safa'nın eserleri ile başladığını belirten yazar, ilk okuduğu kitapların 9. Hariciye Koğuşu ve Yalnızız olduğunu söylüyor. Ömer SeyfeddinRefik Hâlid, Reşat Ekrem okunduktan sonra, Osmanlı Tarihi ve Edebiyatla tanışması Erzurum ve İstanbul'da ki üniversite yıllarına denk gelmiş.
Bir ara Hilmi Yavuz ile TRT' de Şairane adlı programı sunan yazar; TRT 2 de Divançe adlı programı hazırladı.Bir dönem Zaman gazetesinde Kültür-Sanat sayfasında köşe yazıları yayınladı.
İskender Pala'nın Od kitabı için söyleşi videosu:
https://www.youtube.com/watch?v=SQA7_Rmr9jI


     YUNUS EMRE KİMDİR?
    Yunus Emre, hayatını Anadolu yöresinde sürdürmüş en büyük Türk ozanlarından biridir. Kendisi, 13. ve 14. yüzyıllarda yaşamış olsa da, günümüzde şiirleri hemen hemen herkes tarafından bilinmekte ve sevilmektedir. Hayatı hakkında çok fazla bilgiye ulaşılmayan Yunus Emre Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmaya ve Anadolu Türk Beylikleri'nin kurulmaya başladığı dönemden, Osmanlı Beyliğinin kurulmasına kadar geçen sürede yaşamış bir halk şairidir.
Onun yaşadığı yıllarda Anadolu’da Moğol istilasının etkisiyle iç kavgalar, siyasi zayıflık, kıtlık, kuraklık gibi çok zor günler yaşanmaktaydı. Yunus Emre mezhep ve din ayrılıklarının da olduğu böyle bir dönemde Allah sevgisini, din ve güzel ahlakla ilgili düşüncelerini yaymaya çalışarak Türk – İslam birliğinin kurulmasında büyük bir rol üstlenmiştir. Uzunca bir süre Hacı Bektaş – i Veli dergahında hizmet eden Yunus Emre insanları asil, garip, zengin, fakir, Hristiyan, Müslüman ayrımı yapmaksızın,derin bir sevgiyle severdi.
    Yunus Emre'nin Edebi Kişiliği
   Yunus Emre, Türk düşünüş edebiyatının en büyük şairlerinden biridir. Onun uzun, devamlı hayat tecrübeleri varlık, yokluk, aşk ve Allah hakkında hummalı zihin yoruşları vardır. Yoksulu zenginden, kâfiri Müslümandan ayırmaksızın, Allah'ın eseri olan bütün insanlara karşı, onlarda Tanrı'dan yankılar bulan, engin bir sevgiyle doludur. Onun, vatan edindiği topraklar üzerinde asıl vatanından bir ömür boyu uzak kalmış bir insan üzüntüsüyle duyduğu gariplikler, kimsesizlikler vardır, özlediği vatan, Tanrı diyarıdır ve Yunus durmaksızın iç ve kafa hareketleriyle olgunlaşıp derinleşen, rint ve coşkun bir derviş hayatını, hep bu anavatana doğru, maddî, manevî yürüyüşlerle geçirmiştir.
İslâm inanışının, üzerinde durmaktan çekindiği birçok problem, Yunus'un serbest ve zeki düşüncelerine konu olmuştur. Şair, duyup düşündüklerini, XIII. yüzyıl Türkçesiyle, her dilin söyleyemeyeceği bir kolaylıkla terennüm etmiştir. Tanrısını güllerde koklayan bir insan hazzıyle söylediği mısralar, Allah'a karşı sevgi dolu bir inanışın,
Salınur Tûbâ dalları - Kur'an okur hem dilleri
Cennet bâğının gülleri - Kokar Allah deyü deyü
gibi sade, basit fakat söylenilmesi güç mısralardır. Varlıkların her zerresinde Tann'yı aramakla oyalanan şair, bir ağaç karşısında:
Altundandır direkleri - Gümüştendir yaprakları Uzandıkça budakları - Biter Allah deyü deyü
gibi şiirlerini bu heyecanla söylemiştir. Bu arada sevgilisine varamamak endişesi, bütün Tanrı âşıkları gibi, zaman zaman Yunus'un da gönlünü acıtmıştır:
Murâdıma, maksûduma ermezsem
Hayıf bana, yazık bana, vah bana
Kaadir Mevlâm cemâlini görmezsem
Hayıf bana, yazık bana, vah bana
gibi kullandığı güzel Türkçedeki "yazık" ifade eden bütün kelimelerle feryat edişi bundandır. Tanrı-sı'ndan uzak kaldıkça, kalabalıklar içinde dahi kimsesiz olan insanın sonsuz garipliğini şiir dolu bir Türkçe söyleyiş haline getirmek için, Yunus'un şöyle bir düşüncesi yeter:
Acep şu yerde var m-ola - Bir garip ölmüş diyeler
Şöyle garip bencileyin - Soğuk su ile yuyalar
Bağrı başlı gözü yaşlı - Üç günden sonra duyalar
Şöyle garip bencileyin - Şöyle garip bencileyin
Yunus Emre'nin "Bâd-ı sabâya sorsunlar - Cânan illeri kandedür - Görenler haber versinler - Cânan illeri kandedür" diye, diyar diyar aradığı Tanrı'yı bir gün kendi içinde bulunca:
Canlar canını buldum - Ballar balını buldum
Bu canım yağma olsun - Kovanım yağma olsun
diyerek, nasıl coşkun bir şevki dile getirdiğini biliyorsunuz.
Yunus Emre'nin hayatını anlatan bir video:
https://www.youtube.com/watch?v=yFPXa4DRvGo

od ile ilgili görsel sonucu
                                                         OD KİTAP ÖZETİ
Şekil yönüyle inceleme:
1.Romanın Adı:   OD
2.Romanın Yazarı: İskender PALA
3.Romanın Basıldığı Yer ve Tarih:  Ticarethane Sokak No:53 Cağaloğlu/İstanbul Ekim 2011
4.Romanın Yayınevi veya Yayınlayanı:  Kapı Yayınları
5.Romanın Ebatları:  19.5 x 13.5 cm = 263.25 cm2
6.Romanın Sayfa Sayısı:  359
B.İçerik Yönüyle İnceleme:
1.Olayın Özeti
a.Romanın Olay Örgüsü:
İskender Pala, Od’da Yunus Emrenin hayatını konu ediniyor. 13. yy. Anadolu’sunda insanlık dersi veren Yunus Emre’nin yanında, Mevlânâ’dan Barak Baba’ya, Hacı Bektaş’tan Turakçın Baba’ya Temür Alp Ata’dan Tapduk Emre’ye Anadolu’yu sabır, aşk ve inanç mayasıyla kuranların hikâyesi dile geliyor.
Roman Yunus Emre’nin şiirlerinde de geçen Molla Kasım ile birlikte başlıyor. Romanda Molla Kasım Yunus’un hayatını kaleme alıyor.
Yunus Emre’nin Sitare, diğer ismiyle Elif’e duyduğu aşk da önemli bir yer tutuyor romanda. Yunus, Sitare’sini erken yaşta yitirir. Ebedi aşk, ilahi aşkın eşiği Sitare’nin gözleri, elleri ve sesindedir. Oradan şiire gidecektir Yunus Emre. Dağlar ile taşlar ile çağırmanın sırrına erecektir. Yunus, romanda çok sevdiği oğlunu da kaybeder. Yunus bu zorluklarla boğuşurken bir yandan da Anadolu Haçlı istilacıları, Moğol askerleri, hırsızlar, uğursuzlar, Alamut fedaileri tarafından deşilmektedir.
Zulüm ve acının kol gezdiği bu topraklarda Yunus aşka giden yolun şiirden geçtiğini anlamış ve bu yolda ilerlemiştir. Bir süre sonra tıpkı dedesi gibi o da tüm Anadolu’nun örnek aldığı insanlar arasına girmiştir.
13. yüzyılın her bakımdan kavruk ve yanıp yıkılan ortamına Yunus Emre’nin gelişi tarihi atmosfer içerisinde hakiki anlamına kavuşturuluyor. Yıkıntılar ve yangınlar içinden bir gönül ve bir insanlık anıtının inşa edilişi cümle cümle anlatıyor ve elbette kalbe dokuna dokuna yol alıyor. Romanın her sayfasında Yunus’un hamlıktan saflığa geçişi okunuyor.
Biliyorum,
“Biz bu ilden gider olduk,
kalanlara selam olsun,” demişti…
Yine Biliyorum,
“Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun.” Demişti…
Ve Sevgili’ye gittiği o geceden sonra adının dilden dile,
Aşkının gönülden gönüle dolaştığını da biliyorum…
Şimdilerde ona kimisi Âşık Yunus, Miskin Yunus…
Derviş Yunus…Varsın onu da desinler.
Ve Türk yurtlarında, onu en çok “Bizim Yunus” diye çağırırlar.
Biliyorum…
Ten fânidir, can ölmez
Çün, gitti geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil
b.Romanın Olay Halkalarıdan Örnekler:
Sayfa 23:
İBRAHİM
uçan cehennem ateşi – Sitare alevler arasında – Satı Nine – İbrahim’in çığlıkları – öfkeli Çekikgöz atlıları
                                                        Bu fenada bir garipsin
                                                      Gülme gülme, ağla gönül
                                                       Derdin dahi çoktur senin
                                                       Gülme gülme, ağla gönül
   Her şey, uçan ateşlerin gelişiyle başlamıştı Molla Kasım. Bugünkü kadar soğuk bir gündü.İbrahim Sitare’nin kucağında uyuyordu. Bozkırın dondurucu ayazını boğan o dehşetli sıcağı hissettiğim vakit,kıyamet kopuyor sanmıştım. Kulaklarım uğulduyor, gümbürtünün şiddetinden beynime tekrar tekrar gülleler düşüyordu.Ne ben, ne çocuklarım, ne de Ucasar’da başka bir kimse böyle bir şiddetli sesi o güne kadar duymuş değildik.İlk aklıma gelen şeyi yaptım.Çığlık çığlığa bağrışmakta olan İbrahim ile İsmail’i kucakladığım gibi yataktan fırladım.Elimde bir ıslaklık hissettim.Kan olmalıydı.O sırada eşim,yatağın içinde tostoparlak olmuş,kirman gibi dönüyor,çırpınıyordu. Var gücümle bağırdım:
”Sitare!.. Sitare!.. Çabuk kaç, dışarı, dışarı!..”
Onu hiç böyle görmemiştim. Her konuda benden atik davranen, her zaman benden evvel karar verip uygulayan güzeller güzeli Sitare beni duymuyordu. Bir göz odadan ibaret evimizin bacasını yıkarak her yana dağılan ateş parçaları elbisesini tutuşturmak üzereydi. Onun ne derece çevik, atak ve hareketli olduğunu bilmesem, orada, yatağın üstünde başka bir kadın oturuyor zannederdim. İbrahim ile İsmail’i hızla dışarıya götürdüm. İbrahim’in şakğından kan sızıyordu. Onları buz tutmuş toprağın üzerinde birbirine yaslayıp eve geri döndüm. İçerisi korkunçtu. Sitare hala alevlerin arasındaydı ve iradesini kullanamadığı aşikardı. Eşikte asılı abamı kapıp, alevlerin arasından hızla koştum. Keçe, alevleri söndürmek veya sıcaklığından korumak için birebirdir. Sitare ateş çemberinin içinde bir noktaya çakılı gibi dönüyor, delice dönüyor, bir adım dahi hareket etmeyi başaramıyordu. Korku, onu kendinden almıştı. Abayı üzerine örterken çevreme baktım. Dışarıda neler olduğunu anlamaya çalıştım, bu ateş topunun bacamızdan nasıl girdiğini anlamaya çalıştım. Galiba köyümüzden geçerek bir yerlere kaçan muhacirlerin dehşetle anlatıp durduklrı ”uçan cehennem ateşi” bu olsa gerekti. Türk, Rum veya Acem’den olup son birkaç ayda yoğunlaşan bu göç ve kaçış kafilelerinin hemen hepsi, bu kıyamet ateşinden korkuyla ve ürke ürke bahsediyorlardı da, ben hayal etmekte zorlanıyordum. Göz kırpasıya kadar evimizin içini kalayan bir dehşetti bu. Herkesin yaşadığı o korkunç yıkım sırası bize gelmişti anlaşılan. Çekikgöz artık köyümüzdeydi. Daha doğrusu Sitare’nin köyünde.
Arka arkaya duyduğumuz o korkunç gümbürtüler, içleri demirle sıvanmış büyük bambu gövdelerinden oluklara koydukları büyük paçavraların ”barut” dedikleri güherçile tozu ile patlamasından çıkıyormuş. Tabii yanarak uçan bu paçavra, teller ve kenevirle birbirine sarmalanıp güherçile ve çamsakızı hamuruna bulaştırılmış sayısız kıymık, çıra, taş ve çividen oluşan insan kafası büyüklüğünde bir topun -bozkır halkı buna gülle adını takmıştı- çevresine sarılıyor ve düştüğü yerde parçalandığı vakit heryeri yakmaya başlıyor, canlıları öldürüyordu. Haçlı kafirinin mancınık ile attıklarını meğer bu Çekikgöz, genişten geniş boruların içine koyup atarmış.
Sitare’yi alevlerden çıkarır çıkarmaz, çığlıkları kesilmeyen İbrahim’i yokladım. Başının arka yanında büyük bir yarık açılmış, sızıntı halindeki kan şimdi şiddetle akmaya başlamıştı. Sitare kendine gelemiyordu bir türlü. Cenk oyununda nice erkeği dize getiren Sitare, bir gelincik yaprağı gibi titriyor ama bıraktığım yerden milim hareket etmiyordu. İsmail’le ikisini doğruca ahıra taşıdım. Sarıkız’ın yem teknesini yana ittirip, altına açtığımız mahzene indirdim. Ucasar’da hemen herkes, Çekikgöz korkusuyla evinin mahzenine, ahırına, bahçesine böyle gizli bir sığınak yapmıştı. Babamın hançerlerinden birini Sitare’nin eline tutuşturdum. Çok sevdiği heybenin gözlerine -ki bu heybe onun çeyizinin en sevimli parçasıydı, kendisi dokumuştu ve içine özel eşyalarını koyardı; söylediğine göre nakışlarını işlerken hep beni düşünmüş- birkaç meyve ve iki dilim somun sıkıştırıp ayağı ucuna yığdım. Kılıcı yanına koydum ve diğer hançeri de belime sokup, tekneyi tıpkı bir mahzen kapağı gibi ait olduğu yere yerleştirdim. İçine de Sarıkız yesin diye bir kucak kenger atıp yularını bağladım. Zavallı hayvan gürültüden korkmuş, böğürüyordu. Boynuzlarından tutup başını okşadım. O bizim yegane dünya nimetimiz idi. Ailemizden biri gibiydi. Beraber çift sürüyor, verimsiz toprağı işliyorduk. Ben başını okşarken biraz sakinleşti. Göz göze geldik. Galiba beni anladı, ”Hiç merak etme, ben buradayken Sitare ve İsmail bebeğe ziyan erişmez!” der gibi yüzüme baktı. Başını öne doğru birkaç kez sallayıp böğürdü.
İbrahim’i kucaklayıp koştım. Her traf gümbür gümbür çalkalanıyor, her gümbürtüden sonra gökyüzü aydınlanıyor, ardından yeni çığlıklar duyuluyordu. Gökyüzü değişik istikametlere uçan cehennem ateşleriyle doluydu. Bir tanesi üzerime düşmeden İbrahim’i Satı Nine’nin merhemlerine yetiştirmem gerektiğini biliyordum. Çığlıkları iniltiye dönüşmüş, bedeni külçe gibi ağırlaşmıştı. Ne sorsam yalnızca ”Anneeee!..” feryadıyla karşılık veriyordu. Başındaki yarığa mintanımın yeniyle bastırıyor, kanın akmasını engelllemeye çalışıyordum. Sesim cehennemden uçan o ateşin sesini bastıracak şekilde bağırmaya başladım:
”Satı Nineeeeee!.. Satı Nineeeee!..”
Sonra koştum, koştum.. Ölen ve ölülerinin başında ağlayan insanlar arasından geçtim. ”Az kaldı! Yavrum, İbrahim’im az kaldı!” Ama hayır, İbrahim’in iniltileri gittikçe yavaşlıyordu. Neyse ki yolun sonundaydım. İki hane ötede Satı Nine’nin kapısına varmış olacaktım. Bir an kulaklarım yeniden uğuldadı, bağrımda bir acı hissettim. Son gördüğüm şey, evlerden daha yüksek bir alev patlamasının önümde üzerime doğru atlarını öfkeyle süren elleri diken topuzlu iki Çekikgöz oldu. 
KİŞİLER
YUNUS EMRE: Annesini çok küçük yaşta kaybetmiştir. Babasıyla ve babannesiyle yaşamaktayken babası onu babannesinin yanında bırakarak kendi babasını aramaya gitmiştir. Onu babannesi büyüktmüştür. Daha sonra elif ile tanışmıştır ve onu hayatının yıldızı yani Sitaresi yapmıştır. Sitareden İbrahim ve İsmail adında iki oğlu vardır. İbrahimi küçük yaşta kaybetmiştir. Sitare ve İsmail’i alarak başka bir yerde hayat kurmuştur. Daha sonra Sİtareyi’de kaybetmiştir. İsmail’i Satı Nine’ye bırakarak doğru yolu bulmaya çalışmıştır. Bir dergaha yerleşmiştir. Burada nefsini köreltmeyi, Allaha yönelmeyi, kendini sınamayı öğrenmiştir. Bu arada oğlu İsmail, Çekikgöz askerleri tarafından kaçırılmıştır. Herkese oğlunu sormakta ve aramaktadır.
MOLLA KASIM: Eğitimli, dindar bir kişiliktir. Olaylar karşısında fevri davranışlar sergiler. Yunus Emre’nin şiirleriyle kendi düşüncelerinin uyuşmadığını anlayınca şiirlerini suya atmıştır. Daha sonra yaptığının yanlış olduğunu anlamıştır ve özür amaçlı olarak onun hayat hikayesini od romanında anlatmıştır.
İBRAHİM: Yunus ve Sitarenin büyük oğullarıdır. İsmail’in ağabeyidir. Küçük yaşta yangın sırasında vefat etmiştir. Cenazesi Ucasardadır.
TEMÜR ALP: Gençliğinde çeşitli kahramanlıklar yapmıştır. İnsanlara her zaman anlatacağı bir kahramanlık hikayesi vardır, son derece bilgili bir insandır. Çoğu zaman türk efsanelerini anlatır.
SATI NİNE: Sitare ve Yunus’un köyündendir. İlaç ve bitkilerle yaralıları iyileştirmeye çalışır. Bilgili bir kadındır. Sitare öldükten sonra Yunus İsmail’i ona emanet etmiştir.
SİTARE: Zengin bir ailenin kızıdır. Yunusla ilk defa koyun otlatırken karşılaşmışlardır. Yunus onun canıdır. O yüzden ona ‘Can Yunus’ der. İbrahim ve İsmail’in annesidir. Yunus’un en büyük yol göstericisidir. Çekikgöz’ün köye baskınında ölmüştür. Güçlü bir kadındır. Olaylar karşısında her zaman soğukkanlı kalmaya çalışmıştır.
SAMUEL: Yunus ve Sitare’nin İsmail adındaki oğullarıdır. Küçük yaşta Çekikgöz tarafından kaçırılmıştır. Her zaman babasını merak etmiş ve özlemiştir. Babasını çok seviyordur. Ama ona karşı kinde beslemektedir. Olaylar karşısında biraz sinirli ve huysuz bir kişiliğe sahiptir.
TAPDUK SULTAN: Tapduk Emre’dir. Yunus Emre’nin en büyük öğretmenidir. Gözleri kördür. Fakat duyuları çok gelişmiştir. Gözleri görmediği halde dokunarak hisleriyle herşeyi anlar.
ÇELEBİ FARUK: Yunus’un Tapduk Emre’nin dergahında tanıştığı arkadaşıdır. Lokman Beşe’nin babasıdır. Varolan her şeyin Allah’a ait olduğunu her defasında tekrar eder. Tapduk Emre’nin en yakın adamlarından biridir.
ABAKAY DERVİŞ: Eskiden Çekikgöz askeridir. Daha sonra Tabduk Emre’nin dergahına gelmiştir. Gözleri görmüyordur. Şifacıdır.
ANA BACI: Tapduk Sultan’ın eşidir. Eşine ve evindeki herkese yardım etmek ister.
OLAYIN GEÇTİĞİ MEKANLAR:Ucasar,Bursa,Konya,Sarıcaköy.
Zaman
a.Kronolojik Zaman
Yıl [13. yüzyılda geçiyor.
Zamanda geriye dönüşler:
Roman başlarında Molla Kasım ile birkaç kez mevcuttur.
Anlatıcının Bakış Açısı:
Gözlemci bakış açısıdır. [Molla Kasım]
Dil ve Anlatım Özellikleri:    
Anlatım Türleri:
-Öyküleyici Anlatım
-Betimleyici Anlatım
-Açıklatıcı Anlatım
-Coşku ve Heyecana bağlı anlatım
Dil ve Üslup Özellikleri:
Yalın ve Sade bir dil kullanılmıştır. Olaylar karmaşık değildir. Açık ve anlaşılırdır.
  1. Romanın Türü:
-Od bir Tarih romanıdır.
  1. Romanın Konu ve Teması:
-Aşkı en iyi yaşayanlardan ve onu yaşatanlardan birisini konu alan bir kitap. Yunus Emre’nin hayatı aktarılmıştır.
Romanın Yazıldığı dönemle ilişkisi:
Kitabın günümüzle alakalı olarak doğrudan bir ilişkisi yoktur. 

Bu kadar kitap hakkında fazlaca bilgiden sonra artık tahlil yapalım.
      Kitaplar...Bazıları vardır;sayfalarca okursun ama bir türlü giremezsin içine,kendini zorlarsın biraz, belki yüz belki iki yüz sayfa sonra kitaba ısınırsın,dalarsın,seversin.İşte Od benim için o kitaplardan biri değildi.Aksine daha eline aldığımda kitabı, dokunduğumda kapağına, ateş kırmızısı ılık bir heyecan sardı beni..''OD'' romanında Yunus Emre'yi okuyacaksınız.. Onun sizlerin aklında kalan şair ya da ozan tarafından çok, normal bir insan yaşantısına şahit olacaksınız. Aşkı, çocukları ve mücadelesine katılacaksınız.Yunus Emre olmanın hiç de kolay olmadığını göreceksiniz..
    Edebiyat insana farklı bir bakış açısı kazandırıyor.Tasavvuf hakkında yeni yeni bir şeyler öğrenmeye başladım.Ve bence çok ilgi çekici.Od'u okurken çok keyif aldım,okudukça insan dolulaştığını hissediyor gerçekten garip bir his.Yunus Emre hakkında pek çok şey öğrendim.Gerçekten kaliteli bir kitap insana tasavvufu güzel bir dille sevdirebilmiş.Bu kitabı okumamıza öncü olan edebiyat öğretmenimiz Elif Kaynar Çelebi'ye sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.Yaşasın EKÇ!Kitaptan ziyade hocam gerçekten bir dersi sevdirebileceğiniz en iyi şekilde sevdirttiniz,edebiyat dersten ziyade artık bir zevk,bakış açısı.Fakat tabii ki de her kitapta olduğu gibi her sayfası akıcı geçmedi.Bazı yerlerini çabuk okuyarak geçtim,bazılarınıysa yavaş yavaş,sindire sindire okudum.Hoşuma giden yerleri dönüp dönüp tekrar okudum.
Özellikle sevgiyi anlatan şu satırlar beni çok etkiledi.
1)
  Bana 'Yunus' dedi parmağını kalbimin üstünde gezdirerek,''Burası kalbinin en değerli yeridir.Burada siyah bir nokta vardır.Canın canı,sevenin cananı buradadır.O nokta,yoğun bir damla kandan ibarettir.Adına 'süveyda' yahut 'sevda' derler.Siyaha çalan rengi yüzündendir bu isim.Çünkü sevda kara talih içinde,o kara kan damlasında büyür.Bütün tecelli denizleri,bütün aşk fırtınaları,işte o bir damla kanda dalgalanıp çırpınır.Aşırı sevgi bu damlayı tahrip edip dağıtırsa,parçaları bütün vücuda dağılır.Aşk,işte bu dağılmanın adıdır.Ve o dağılırsa aşık artık ne yaptığını bilmez olur..''

2)Sufiler asıl mücadelenin bedenle yapılan olmadığını,yiğitliğin nefis ile mücadelede ortaya çıktığını söylüyorlar ama şu dünyanın bunca nimeti var iken bunlardan kendini mahrum etmenin,bir lokma bir hırka ile yaşamanın da mücadele sayılamayacağını düşünüyordum.Bir ermişin eteğine yapışıp,orada her şeye boyun eğerek hareketten kalmak,dünya nimetlerinden uzak yaşamak bana bir nevi ruhbanlık miskinlik gibi geliyordu..'

     Bu cümleler derste de bahsettiğimiz nefis terbiyesine çıkıyor.Bir insan dünyanın nimetlerinden geçmiş ise Nefs-i Kamile'ye ermiş olur.Bana göre Nefs-i Kamile ye erişmek çok zor bir vasıftır ve günümüzde bunu yapabilen insan var mıdır yok mudur bilemem ama şu hayat şartlarında bence yapabileceğimiz şey kendimizi dünya nimetinden mahrum etmeden,Allah'ın bize sunduğu nimetlerden yararlanarak asla isyan etmeyip şükrederek yaşamaktır.Çünkü nefsimizi etkileyen şeylerden uzak durmak için kendimizi ancak eve kapatır ve hayatla bağlantımızı kesmemiz gerekir.Oysaki bu şeylerin içinde yaşayarak da kendimizi kontrol edebileceğimizi düşünüyorum.Allah a yakın olan insanın aklında hep Allah vardır ve hayatının her yerinde Allah ı düşünerek nefsini terbiye ederek hareket eder.

Benim bu kitap hakkında söyleyeceklerim bu kadar.Uzun lafın kısası beğendiğim bir kitap oldu.Tekrardan teşekkür ederim bu kitabı okumamızı sağladığınız için.Bu arada umarım düşük vermezsiniz hocam,sizi seviyorum.
                                                                                                                   Gizem Bostan
                                                                                                                      10/D 1299



1 yorum: